Pazar, Mart 26, 2006

Gurbetçiler

60’lı yılların başında Sirkeci garında hummalı yolcu etme töreni resmi canlandı gözümde… Bu yolcu etme Alamanya’ya gidecek işçi kardeşlerimizin yolcu etme töreniydi… Yıllarca sürecek bir maceraya start vermişti bunca insan… Onlar sıfır bir kilometre hayata başlamak adına çok büyük bir adım atmışlardı… Daha sonraları, büyük “stereo teyp”leri, “Tüylü bavyera şapkaları” ve ikinci el “Mercedes”leri ile memlekete döndüklerinde bitmek tükenmeyen bilmeyen, “Lager mayster”, “Kaufhof” ve “Döyçe mark” hikayeleri, içten içe bir meydan okuma ve sohbet konuları olurdu. “Mercedes”lerinin üzerindeki portbagaj hep dolu, Kapıkule’de uzun kuyruklarda bekler durur, “Marlboro” veya “Kent” sigaraları, çiçekli gömleklerinin cebinde yeralırdı. Alamanya’yı daha sahiplenmiş kitle, şu an adını hatırlayamadığım bir sigara içerdi. Sarı paketi olurdu…

Bu göçler, 60’lı yıllarda avrupa ile başlayıp tüm dünyaya yayıldı. Ben bile lise zamanlarında bir dönem, Avustralyayı düşünüp, daha sonra dil problemi sebebiyle Canada’ya çevirmiştim rotayı… Ama gitmedim, gidemedim… Lakin gelin görün ki, bir göç rüyası olan Amerika Birleşik Devletleri’nde bir sürü vatandaşımız hayatını idame ettirmekte… Türkiye’den en fazla göç, Karadeniz Bölgesinden, Giresun’dan… Hatta o kadar fazla göç olmuş ki Amerikalılar, Giresun Türkiye’nin büyük bir eyaleti mi? Diye sormaya başlamışlar…

Amerika’da yaşayan Türk’ler ilk olarak, benzin istasyonlarında ve Çöp dönüşüm tesislerinde çalışmışlar, çalışkanlıkları ile ya benzin istasyonu sahibi ya da restaurant sahibi olmuşlar… Tabi beyin göçlerini saymıyorum. Avrupa göçleri ile Amerika göçleri arasında muazzam fark var… Tabi öncelikle, Amerika’daki vatandaşlarımız genelde uçakla (tabi tarifeli) gelirler… Mercedesleri varsa bile oralardan buralara onunla gelemezler… Gerçi Istanbul’dayken bir iki amerikan plakalı gurbetçi arabası görmedim değil ama… :-)

Şimdi tüm bunları neden yazdım? Elimde “Zeynep Amerika’yı Anlatıyor” diye bir kitap var… Mart Yayınlarından ekim 2005’te çıkmış… bence çok samimi bir kitap. Zeynep, illüstrasyonları ve kalemi ile çok güzel bir kitap çıkartmış ortaya… bu kitap bir solukta okunuyor ve gencecik yaşına rağmen, çok güzel şeyler çıkartmış ortaya...

- Amerika’daki yaşantıyı kolaylaştıracak ipuçları
- Amerikalı gençler ne yer ne içer?
- Amerika’da üniversiteye nasıl başvurulur?
- Amerika’da nasıl ehliyet alınır?
- Okullarda neler öğretilir?

Bu ve bunun gibi bir sürü bilgiyi merak ediyorsanız… Mutlaka okuyun…



Sağlıcakla Kalın,



Vosmanius

Perşembe, Mart 16, 2006

Tanrı'nın Fırça Darbeleri


photo : Erol Pir Datca 2006

Bu resim profesyonel bir makinayla çekilmiş olsa tadından yenmezdi... Ama cep telefonu ile çekildi... Ama Tanrı'nın usta fırça darbelerini bu resimde bile görebilmek mümkün... cep telefonu ile bu kadar... Ama gözlerinizle görseniz, ağzınız açık kalırdı buna eminim... Hatta bugün eve geldiğimde gördüğüm ay... vay anam vayy! turuncu ay gördünüz mü? ben gördüm... ama fotoğraf alamadım. Datça başka bir gezegen... başka bir atmosfer... başka bir soluk...

Kalın sağlıcakla, barışla ve huzurla...

Vosmanius

Salı, Mart 14, 2006

Gazete Okudum Kafam Karıştı...


"Şaşkın" by Erol Pir

Pazar günü bir Vatan Gazetesi alıp, Pazar gecesi göz atmaya başladım. Orta sayfalarda bir haber çok ilgimi çekti. İngilizlerin meşhur gazetelerinden The Times, tüm İngilizler’e ve özellikle de Tony Blair’e bir çağrıda bulunup, “Moraliniz bozuksa Istanbul’a gidin, öyle itibar görüyorsunuz ki kendinizi Beckham gibi hissediyorsunuz.” Buyurmuş…

Hayır, Beckham’ın koskoca Tony Blair’dan daha mı itibarlı olduğuna mı yanayım? İngilizlerin böyle bir itibara muhtaç olmuş olmalarına mı? Yoksa arkama bile bakmadan kaçtığım, moralimi hayli bozan Istanbul’un huzur yuvası olmasından bahsedilmesine mi? Bir gariplik var, var ama benim anlayamadığım bir sürü şey var… İyisi mi tekrardan bir okuyup anlamaya çalışayım… Ama ben bu cümleyi kaç kez sarfedip, tekrar tekrar okudum. Sanırım bir çeviri yanlışı var. Yok yok iyisi mi bir daha okuyayım…

Habere derinlemesine nüfüz ettiğimde, aslında bahsedilen Istanbul’un benim bildiğim Istanbul olmadığı, sadece isim benzerliğinden ibaret, sonucunu çıkarıp, derin bir nefes aldım doğrusu. Gerçi bu İngilizlerin bahsettiği İstanbul’da geçen semtlerin benim bildiğim İstanbul’la benzerlikleri de ilginç ama… Sultanahmet, Nişantaşı, İstiklal Caddesi, Fransız sokağı… Ama benim İstanbul’um daki, Kağıthane, Gazi Mahallesi, Küçük ve Büyük Armutlu, Kocamustafapaşa, Gaziosmanpaşa, Fatih, Rami, Beşyüzevler, İkitelli, Büyükçekmece gibi semtlerin yeralmadığını görüp… şaşırdım…

Bu makaleyi yazan Hartley Efendinin saydığı mağazalardan ise, Londra’ya biraz uzak bir yerleşim birimine Istanbul dendiğini çıkarttım. Mağazalardan bazıları şu; Stella McCartney, Sisley, Vuitton, Valentino… Hartley Efendi, birde lüks restoranların kapısında parkedilmiş Porsche’lerden ve Harley’lerden bahsedince hah! Tamam dedim. Kesinlikle aynı yerden bahsetmiyoruz… İnsanlar nasıl çift yaratılmışsa, Şehirler de öyle herhalde deyip, sayfayı çevirdim.

Birkaç sayfa ötede bir haber daha… Haydaa, Vatan gazetesi bugün yememiş içmemiş ben bu adamı Pazar Pazar nasıl hayretlere gark ederim, nasıl kafasını bulandırırım demiş ve döktürmüş sanki… Yapmayın ağalar, yapmayın efeler! Bir de üstüne üstlük yine dış kaynaklı haber ve yine İngiliz menşeli… Hadi buyrun bakalım… Efendim İngiltere’de “1001 icat” adlı bir sergide Müslüman mucitler tarafından gerçekleştirilen keşiflerin dünyayı nasıl değiştirdiği anlatılıyormuş… Hah dedim… bu satırları okuyana kadar yeni bir “karikatür krizi” yolda galiba… ama duur Independent gazetesinde genişçe yer verilmiş sergiden bazı örneklere bakalım beraber…
Kahve : Etiyopya’nın Kaffa kasabasında bir çoban (yahu şu çobanları hakir görmemek lazım, bakın ne çıkıyorsa çobanlardan çıkıyor dikkat edin…) bitki çekirdeklerini kaynatarak bir içecek buldu. Kaffa’nın adı Istanbul’da “kahve” oldu. Buradan da Venedik ve Ingiltere’ye ulaştı. (Bir dakika, benim bildiğim, ilk Avusturya’ya gitmişti ama neyse)
Kamera : Arap Ibn-El Haidam, ışığın göz tarafından emildiğini ve ışınların ne kadar dar bir delikten geçerse görüntünün o kadar netleştiğini buldu. Buluşun adını, Arapça’da “karanlık oda” anlamına gelen “kamara” koydu. (Hmm kafa yine karıştı bende kardeşim bizim dinimizde, resim, fotograf falan yasak ve günah değil mi? Hmm evet ondan bu işi Japonlar ilerletti o zaman…)
Satranç : İlk kez Çinliler tarafından oynandığı kabul edilse de (Eveet ben de öyle biliyorum.) bu muhteşem oyun Avrupa’ya Endülüs Emevileri tarafından tanıtıldı. (Tanıtmak, icat etmek anlamına mı geliyor? Anlamadım.)
Aşı : Pastör’den yıllar önce Türk hekimler tarafından keşfedildi. Daha sonra bu teknik bir İngiliz elçisinin eşi tarafından İngiltere’ye götürüldü. Türkiye, Avrupa’dan 50 yıl önce çocuklarını aşılmaya başlamıştı. (Eee ama bu kadar olmaz! Yıllarca ben Pastör’ün aşıyı icat ettiğini sanıp, yıllarca bu adama sövüp saydım. İğne korkumu tamamen ona mal ettim. Eee kendimiz ettik, kendimiz bulduk öyle mi? Ama bu ilk şok değil ki? İlkokuldayken de diş fırçalamayı soldan sağa, sağdan sola olarak öğretmiştiniz… Sonra bi gün bir sivri çıkıp “Hayııır, küçük daireler çizerek fırçaliyciiz dişlerimizi” dedi ve dünyamızı başımıza yıktı.)
Rüzgar Değirmeni : 634 yılında Persler tarafından keşfedildi. (Ama Hollanda’nın simgesi oldu… Tamam lale cepte gider ama koskoca değirmen nasıl gitti?)
Uçak : Wright kardeşlerden 1000 yıl önce Endülüs Emevisi, Firnas Cordoba’da ipek kumaştan yaptığı ilk basit uçakla uçtu. Adı Bağdat’da bir havalimanına ve Ay’da bir kratere verildi. (Sonrasında Seat marka bir otomobile, Bir kaleciye ve bir biraya isim oldu. Ama dikkat ettiniz mi? Endülüs Emevileri zeki adamlarmış yahu?)
Dolma kalem : İlk kez Mısır Sultanı tarafından 953’te kullanıldı. Avrupa’ya yüzyıllar sonra geldi. (Haliyle bizler icat etmişiz onlar götürmüş… ufacık dolma kalem gözden kaçmış… Ama bu arada aklıma Osmanlı’ya da matbaanın ne kadar geç ulaştığı geldi birden. Yani abartmamak lazım, olur bazen böyle şeyler)

Ben bunları yazarken ve yorumlarken çok eğlendim. Ama saydım baktım ki 7 tane icat var. Peki soruyorum geri kalan 994 adet icat ne? Buraya 7 tane en önemlisi olarak gördüğünüz icat buysa, diğerleri nasıl bir şey acaba? Merak ettim… Neyse… Bu kadar şaşırmak yeter… Bu arada bu İngilizlerin Müslümanlara şirin görünme çabalarına da çok gülmeye başladım ben… Yani aynı günde iki ayrı haber… İki ayrı eğlence kaynağı oldu bana… :-)

Kalın Sağlıcakla,

Vosmanius

Cumartesi, Mart 11, 2006

Bir Datça Aşığı


photo: Erol Pir


Kozasını yırtıp çıkan bir kelebek gibi silkinip kendine gelen bir sürü insan gördüm bugün Pazar yerinde… uzun zamandır bu kadar kalabalık değildi ortalık. Doğanın uyanışı ile herkesler buralara gelir oldular. Ellerinde sepetleri, sepetlerin içi taze otlar, tezgahlar rengarenk…

Datça’nın meşhur yeme içme dükkanında, bir masayı dolduran bir kişi var. Kendisi 70lerinde bir ihtiyar delikanlı… Her gördüğümde enerjisi ile şarj olduğum, Datça aşığı, hikaye deposu, mütevazı ve yılmaz bir yardımsever Nihat Amca…

O, övülmekten çok hoşlanmaz, büyük bir ihtimal bende beceremem ama onun yazdıklarınızı okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Dikkat tiryakilik yaratır.

www.nihatakkaraca.blogspot.com

Pazartesi, Mart 06, 2006

Timur Selçuk Şarkıları

Küçük dev adam... Beyaz Fragı ile, beyaz piyanosunun önünde, Türkçe çok sesli müziğin öncüsü... Bu akşam kendimi birkaç şarkısını mırıldanırken yakaladım... Timur Selçuk malumunuz Münir Nurettin Selçuk'un mahdumu... Müzik adına çok şey yapmış... İspanyol Meyhanesi, Çoban Yıldızı ve Ayrılanlar İçin... Daha aklıma gelmeyen bir sürü şarkısı ile beynimize kazınmış bir müzik dehası...

Ümit Yaşar Oğuzcan'ın dizelerine bestesiyle hayat veren Timur Selçuk'un bu şarkısını çok severim. Sanıyorum birkaç kişi daha söyledi bu şarkıyı ama bence bu şarkıyı Timur baba'dan dinleyin...

AYRILANLAR İÇİN
Yollarımız burada ayrılıyor
Artık birbirimize iki yabancıyız
Her ne kadar acı olsa, ne kadar güç olsa
Her şeyi evet her şeyi unutmalıyız
Her kaderin tesellisi bulunur, üzülme
İnsan ne kadar sevse unutabilir
Mevsimler, gelir geçer, yıllar geçer
Sen de unutursun bir gün gelir
Hiç yaşamamışçasına, hiç sevmemişçesine
Unutursun o günlerimizi, gecelerimizi
O günlerce gecelerce sevişmelerimizi
Her şeyi evet her şeyi unutabilirsin
Hatta bütün yazdıklarımı satır satır
Kalırsa, içinde bir derin sızı kalır