Perşembe, Mayıs 26, 2005

Başka Hayatlar


photo : erol pir / datça

Reenkarnasyona inanır mısınız? Ben bazen inanır gibi olurum… Ama öyle gazetedeki magazinsel reenkarnasyonlar bana biraz palavra gelir doğrusu… Yok daha önceki hayatında Çar’mış yok Josephine’miş falan bana palavra gelir… Yani aklınız alıyor mu? 1025 tane Josephine, 2500 tane Napoleon veya bi başkası… .bunlar saçmalık… Ama hani o fransızların “deja vu” olarak adlandırdığı, daha evvel yaşanmış hissiyatı olarak çevirebileceğimiz olayı bir sürümüz yaşamıştır herhalde… Bir de rüya gibi yaşanan olaylar silsilesi vardır ki, masal, fantazi veya başka bir şekilde isimlendirilebilir. Mesela reenkarnasyon olayına bir örnek teşkil etmesi için… Kuzguncuk olayını anlatmak isterim…
Orayı ilk gördüğümde, mahalle bana hiç mi hiç yabancı gelmemişti. (O zamanlar daha diziler orada çekilmiyordu) hatta bana inanılmaz tanıdık gelir… Sanki hayatımın bir evresinde orada yaşamış, çalışmış orada yaşlanmışım gibi gelir. Tiyatro dekoru gibi bir yerdir Kuzguncuk. Sonraları orada yaşamak için birkaç fizibilite yapmış ama astronomik fiyatlar karşısında küçülüp, boynumu eğip yoluma devam etmiştim. Kısmet değilmiş dedim kendi kendime…

Böyle enteresan yerlerden biri de Datça… Hani orası çıkmaz sokaktır denilen, doğal güzellikleri karşısında büyüleyen Datça… İnanın tatil amaçlı gidemediğim ama her seferimde zihnimi meşgul eden garip bir yer Datça. Orada yerleşik bir dostun tabiriyle Datça bir gezegen… Farklı bir mekan… zaman farklı işliyor, Tarih kendince çalışıyor. Şayet büyükşehirden geliyorsanız inanın kendinizi çok garip hissedersiniz orada… Yaşadığım ilginç bir akşamüstünü hala acaba bu bir rüyamıydı yoksa hayal dünyamın bir oyunumuydu diyerek ve iç geçirerek hatırlıyor ve allahtan şahidim var diyorum…

Bir dost diğer dostlara akşam yemeği için davet edilmişti… Biz de bu dostun peşine takılarak gittik mekana… Mekan inanılmaz derecede ilginç bir mekan… Bir yel değirmeni… Önü alabildiğine deniz, alabildiğine manzara… Sanıyorum o kumsaldaki son yerleşim birimi… Yel değirmeni bütün ihtişamı ile duruyor… Tek kat üzerine “u” şeklinde bir ev sarmalıyor yel değirmenini… Kapılar ahır kapısı gibi çiftli hani üst kısım ayrı alt kısım ayrı açılabiliyor. Salon kısmında inanılmaz büyük bir şömine, şöminenin üst kısmında keçiboynuzu ağacından yapılma tahta. Salonun ön kısmında ufak bir teras… elbirliği ile mutfaktan getirilen birkaç çerez birkaç içki kadehi ile “güneş batırma” töreni… Ev sahibi Azeri asıllı bir İngiliz. Çok hoşsohbet ve bilgili. Eşi Alzace’lı… Bir başka davetli Polonya asıllı Fransız, Eşi İsviçreli, Peşine takıldığımız dostumuz çok bilgili ve bir o kadar keyifli bir turizmci. Birleşmiş Milletler toplantısı gibi ama o kadar doyumsuz bir sohbet var ki.. O kadar samimi bir ortam ki… Sanki bu kişilerle yıllardır tanışıyoruz ve hasret gideriyoruz… İçki ile yenenler son derece ilginç… Bir tepsi deniz kestanesi, Deniz salyangozu, biraz şam fıstık, polonya sucuğu… Bir an kendimi bir gurme toplantısında zannediyorum… Bu saydıklarım biliyorum ki bir çoğumuzun suratını ekşitecek çağrışımlar yapacaktır. Ama denemeden bilemezsiniz… Ana yemek çok daha bildik şeylerden oluşmaktaydı. Enginar, Bol salata ve balık…

O gece bittiğinde, bir anda Külkedisinin gece yarısından sonraki haline benzettim halimi… Herşey bir anda kocaman bir “pufff” sesi ile eski haline dönmüş, aklımda acaba ben bu geceyi uydurdum mu? Yoksa hakikaten yaşadım mı? İkilemi doğmuştu.

O kadar çok başka hayatlar varki dostlar… Tıpkı bir matrix ikilemi gibi… Acaba mavi hapı mı yutmalı yoksa kırmızı hapı mı?