Perşembe, Şubat 14, 2008

Sevgililer Gününe Dair...


Daha evvel belki de çok ifade eden bu güne dair yazacak hiçbir şey gelmedi, gelemedi aklıma... Ama imdadıma sevgili babam yetişti... Buyrun okuyun... Tüm sevenlerin sevgililer günü kutlu olsun







"Sevgili Dostlar,

''Merhaba nasılsınız?'',''Teşekkür ederim'',''Doğum gününüz kutlu olsun'',''Seni çok seviyorum'' gibi sözcükler ne yazık ki şu geniş ve eşsiz topraklar üzerinde yaşamakta olan insanımızın büyük çoğunluğuna pek bir şey ifade etmiyor. Ticari yönü bir yana, dilerim ''Sevgililer günü'' bir hatırlama ve nezaket miladı olur bundan böyle.Elbette pastane-postane köşelerinde buluşulup bir takım sevgi sözcükleri söylenecek.Ama asıl önemlisi saygı ve sevgiyi dile getirirken cimrilikten olabildiğince uzak durulması.
Şu anda sevdiklerinden ayrı ya da uzakta olanlar sakın gereksiz telaşa girip üzüntüye kapılmasınlar.Kitaba,çiçeğe,doğaya,hayvana,kediye-köpeğe sevgi sunabilmek de bir başka hünerdir.
Unutulmasın ki,Mevlana tasavvufunda yaradılışın,hayatın manası aşktır. Burada her ne kadar
ilahi aşktan söz ediliyorsa da O her şeyden önce bir GÖNÜL EĞİTİMCİSİ'dir.
Mevlana Mesnevi'sinde insanlara sevgiyi,gerçek aşkı,örnek insan olmayı,güzel ahlak,
dürüstlük,cömertlik,çalışkanlık,alçak gönüllülük,sabır,doğru sözlü olmak,başkalarının
iyiliğini istemek,helal lokma yemek,Hakka şükretmeyi hikayelerle anlatıyor. Sadece hikaye
olsun diye de bunlardan söz etmeyip,kıssadan hisse alınması için tüm insanların yararına
sunuyor.
Mevlana'nın duru ırmağında beyinleri ovup da ''Seni seviyorum'' diyebilmek,bu sihirli
sözcüğe daha değişik bir anlam katacaktır muhakkak. O halde gününüz kutlu,sevginiz yürekten olsun."
Baha Pir

Pazar, Ocak 27, 2008

Küçük Bir Dörtlük


Mailboxumda buldum bu dörtlüğü, çok samimi bulduğum için paylaşmak istedim...



Bugün şapkanı kokladım.

İçime çektim iyice kokunu.

Sonra özledim, özledim, özledim...

İçim acıdı... Sustum... belli etmedim!

Küçükev ve Horoz


Hani nohut oda bakla sofa tabir edilir ya… İşte tam öyle bir evde yaşadım bir müddet Eski Datça’da… O kadar sevdim ki o evi… kalibresine uygun, adına “küçükev” dedim. Taş yığma olan bu evi sakız gibi beyaza boyayıp, daha da şirin bir hal almasına sebep olduğuma inanıyorum. Kapıdan hemen girişte karşıda tuvalet. Sol tarafta yaşam alanı ve mutfak sağ tarafta ise yatak odasından mütevellitti evim… Kocaman bir bahçenin içinde yeralıyordu evim. Çok samimi söylüyorum, bahçenin keyfini hiçbir zaman süremedim. Gece geç vakit gelip, kapının önünde bir iki kadeh içip, gökyüzündeki yıldızlara bakıp, yorgunluk atıp, girer yatardım… Çok keyifli anlardı onlar. Burada yani Datça’da hayatımda görmediğim kadar yıldız gördüm… Yıldız derken şöhret değil… gökteki yıldızlardan bahsediyorum… Hangisi küçük ayı hangisi büyük ayı bilmem ama hepsi birbirinden güzel… Çoban yıldızını hep bir uydu ile karıştırırım. Ama benim kabahatim değil… İnsanoğlu orayı da kendi çöplüğü gibi kullandığından, o cisimleri yıldızlarla karıştırabiliyoruz… Bunu söyledikten sonra aklıma Maşukiye’de bütün bir akşam mehtaba içtiğimi sanıp, çalıların oraya yaklaştığımda onun bir gece lambası olduğunu farkettiğimdeki halim geldi… Çok komikti… :-D

Neyse, Bir akşam küçükev’de rutin merdiven muhabbetinden sonra, yatmak üzere odama çekildim. Gecenin bir yarısı uykumdan bir fırlamak fırladım ki görmeniz gerekirdi… Ses bir böğürtü, boğazlanan biri ne biliim korkunç bir ses işte… Neden sonra bunun bir horoz sesi olduğunu anladım… yatakta doğrulmuş bir şekilde gözlerimi ovalarken, bu horoz cayırtısının nerden geldiğini kestirmeye çalışıyordum…Yataktan doğrulup, uyku sersemi terliklerimi aradım… Tuvalete baktım. Salona baktım… Bakacak oda kalmadığından kendimle şüpheye düştüm… Acaba bu bir rüya hatta kabus muydu? Kapıdan dışarı baktım…Salonun penceresinden de… Ama ortalıkta hiç kimsecikler yoktu… kaşına kaşına tekrar yatağa döndüm… Birden yatak odasında ayak ucunda olan pencereden dışarı da bakasım geldi. Perdeyi araladığımda, hayatımda hiç unutamayacağım bir görüntü ile karşı karşıya kaldım…
Gagası sonuna kadar açık üçgen dili ritmik olarak oynayan, boynunun tüyleri diken diken olmuş, muhtemelen dünyanın en çirkin horozu penceremin önünden odama bağrıyordu poposunu yırtarcasına… Yalan yok korktum… Tarih öncesi minyatür bir dinazora benziyordu… Fakat şaşkınlığımdan silkinip, hemen kapıdan çıkıp kovaladım o hilkat garibesini… Garip bir meydan okuma sesiyle uzaklaştı olay mahalinden… Baktım arkasından, O da yan evin duvarından kafasını tuhaf bir şekilde sallayıp, karanlıkta kayboldu… Bir anlam veremedim ama çok uykum vardı. Hemen bıraktığım yerden devam üzere elektrikli battaniye ile ısıtılmış yatağıma geri döndüm.
Fakat bu anlattığım olay hemen hemen her gece yaklaşık birkaç hafta devam etti. İlk zamanlar korkarak uyanırken, sonlara doğru el yordamıyla, istifimi bile bozmadan pencereye doğru “şşşşt, hoooşşşt” gibi nidalarla olayı savuşturup tekrar uyuyabilir oldum.
Bir gün, yanılmıyorsam bir anneler günü arifesinde, işletmemin bir takım eksiklerini tamamlamak üzere, sabahladım. Sabahladım çünkü Kaymakam Bey mahallemizi ziyaret edecek, işletmemi gezecekti. Dolayısı ile herşeyin kusursuz olması gerekiyordu… Dolayısı ile işim bittiğinde saat sanıyorum 5 suları felandı… En azından bir duş alıp az bişi uyuyayım diye “küçükev”e çıktım. Tam eve yaklaştığımda, bir baktım ki bizim hilkat garibesi, kanatları kabartmış, gagası sonuna dek açmış, hazırlık içersinde… Öttü ötecek… İşte tam o an, sağ elimi hafif yumruk yapıp, sol elimi gergin bi şekilde sağ elimin üzerine “şrrraakk!!” diye yapıştırıp, “Nihahahaa nooldu bunu beklemiyordun değil mi? Uyandıramadın işte! Nihahahaa karizma iki paralık oldu!!!” diyerek bağırdım. Neye uğradığını şaşıran horoz şaşkınlığını atıp çağanoz gibi yüriyerek ve mırıl mırıl sesler çıkartarak yan bahçeye gitti… Bu onu derinden yaralamış olacak ki bir daha pek uğramadı pencereme… Ama tabi bu olay Eski Datça’da tarafımdan anlatıldığından, sahibi olan komşumun da kulağına gitti. Birgün komşum beni görüp olanlardan dolayı çok üzgün olduğunu, horozu adına özür dilediğini söyleyince, “Ne olacak yahu horoz bu laftan anlamaz boşver” dedim. “Yok abi kesçem ben onu” dedi… Çok geçmeden suyuna da pilav yaptı herhalde… Bugün rahmet mi istedi ne? Aklıma geldiği için paylaşmak istedim…

Sağlıcakla Kalın

Vosmanius

Cumartesi, Ocak 05, 2008

Yalnızlık

Ateş yanıyordu... ben, şöminenin karşısında, kaç saattir oturduğumdan bihaber ateşi seyrediyordum. Tüm sevdiklerimden uzak, öyle seyrediyordum ateşi... Ateşte bir kadın vardı. Kıvrak, işveli, fettan... müzik olmaksızın dansebilen ve baştan çıkartan... hani biraz kendimi bilmesem üçüncü, ikinci veya en birincisinden yanık işten bile değil... taş duvarla örülü yalnızlığımın illüzyonları beynimin çeperlerinde...
Kişi yalnız doğar. İkiz ve daha çokuzlar hariç. Yalnız ölür. Kitleseller hariç. Kalabalıkta bile yalnız hissedebilir ki çoğu zaman ben hissederim... manyak mıyım hayıııır kesinlikle değil... Fakat bir müddet yalnızlık vahşi eder insanı. Birini tanıyorum çok yakından, çok sosyalken, çok meziyeti varken, o meziyetleri ile birçoğunu cebinden çıkartır ve çıkartabilecekken, bıraksan kimseyle görüşmez... dönemin çok popüler bir okulundan mezun... yaşıtları biryerlerin en fevkine gelmiş. Ama gel gör ki bahsettiğim kişi, içinin en derinliklerinin ta dibinde, inzivada... sevmediği bir hayat yaşıyor... Yalnızlık kimi zaman iyidir ama abartmamak lazım... Yalnızlık ufak çaplı bir uyuşturucudur. Alıştın mı geriye dönemezsin... Çık kalabalığa, nefreti kopar içinden... kimse sandığın kadar kötü olmayabilir. Bu kötülüğü kendine yapma... Ben çok dinledim kendimi... ve farkına vardım ki, Sevmek en büyük ilaç... doğayı sevmek mesela, yemyeşil ağaçtaki portakal veya kafasına göre biten bir semizotu... bahara çok kala bir zamanda açan badem çiçekleri... doğaya şapka çıkartmak için aklıma bir anda gelenler. Sevelim, herşeye rağmen. Gösterelim karşılık beklemeden... Söyleyebilelim elimizden uçup gitmeden...
Sağlıcakla Kalın
Vosmanius
Sait Faik hikayeleri üzeri Zülfü Livanelli tarafından yazılmış bu satırlar gibi...
"Dünyayı güzellik kurtaracak,
Bir insanı sevmekle başlayacak herşey
..."
Tamamı :
Bir kıyıdan baktım dünyaya
Ellerimde tuz, avucumda sedef
Bir mavilik,
Bir açıklık
Özgürlük hasreti yüreğime vuruyor
Nerede, nerede insanlar?
Dünyayı güzellik kurtaracak
Bir insanı sevmekle başlayacak herşey
O üzüntü birden gelir
Yağmurlu havalarda
Yeniden kurarım dünyayı
Ben kederlerle
Kimseler aşık değil mi bu şehirde?
Dünyayı güzellik kurtaracak
Bir insanı sevmekle başlayacak herşey
Hava, martılar, ışıklı şehir sarhoş ediyor beni
Yosun kokusu
Hilesiz kucaklamak istiyorum dünyayı,
Şehri ve seni
Dünyayı güzellik kurtaracak
Bir insanı sevmekle başlayacak herşey

Cuma, Ocak 04, 2008

Deniz Dinlendirir Adamı...


Öncelikle hepinize mutlu yıllar...


Aklımda o kadar çok şey birikti ki yazacak... Ama bir türlü bilgisayarın başına geçemedim. Bu aralar tekne restorasyonuna verdik kendimizi... yakında hikayesini en azından "önce-sonra" tarzında resimlerini koyacağım siteye... Restorasyondan vakit ayırıp, ara sıra denize de çıkmaya başladık. Balık tutma amaçlı ama balık tutmaya muvaffak olamadan :-D


Bugün öyle bir manzara vardı ki denizde... inanılmaz fikirler verdi... İnanılmaz hikayeler canlandırdı bende...


Sabahın 06:30'unda denizdeydik. Gri bulutlar Symi'nin üzerini kaplamıştı... Belli ki yağmur yağacaktı. Umarım ıslanmazdık. Elimde kalınca bir misina ile balık tutmaya çalışıyordum aynı esnada aklıma elimizden kayıp gidenler geliyordu. Ne garipti beşer ilişkileri, ne garipti insanın ta kendisi... verilen kararların haklı çıkmak adına türetilen bahaneleri, bu bahanelerin ardına alınan şahitler... Hava gitgide dönmeye başladı... Şiddetli bir yağmur yağmaya başladı... yağmur hep gözyaşını getirir aklıma... insanla içiçe gözyaşı dökmeden olur mu? Dökebilmeli insan gözyaşlarını erkek bile olsa... Bakmayın "erkekler ağlamaz" diyene... erkek de gözyaşı döker... insansa...


Şiddetli yağmur dindi... soğuk iliklere işlendi... Bulutlar Datça'nın üzerini aşıp, köylere ilerledi. Balıklar yine dalgalarını geçtiler... Geri dönme zamanı limana, bir adaçayı, bir kuşburnu...


Sabah erken kalkmak ne güzel... Balık tutamadık ama en azından kendimizi dinledik...


Sağlıcakla Kalın


Vosmanius

Pazartesi, Kasım 05, 2007

Fatmagül'ün Suçu Ne?


Aradan uzun zaman geçti. Uzunca bir süredir yazı yazılmadı. Esasen bir sürüsü aklımda, beynimin kıvrımlarında. Hikayelerin yanısıra, yaşanmışlıklar, hissedilenler, haykırılmak istenenler...

Genel anlamda iyi bir adamım ama bu aralar kendimi tanıyamıyorum. Kötüymüşüm gibi geliyor. Kendi iç dünyamda kendimi tanıyamaz hale geldim. Ertelediğim bir takım işlere verdiğim cevaplar beni ürkütüyor... Yapmak istemediğim bazı hareketler yapıp üzüyorum hiç haketmedikleri halde insanları. Biliyorum. Bir "Alo" desem bile yetecek... Ama yapamıyorum... Özür diliyorum...


Fatmagül'ün suçu ne?

Bir yandan aklım olup bitenlere takılıyor. Neden koskoca devlet bir iki çapulcuya bu kadar yiğit verebiliyor? Neden bir sabah kalkıldığında deniz süt liman olamıyor Türkiye'mde? Şu an televizyonda, Kasımpaşalı edasıyla ABD'den bildiriyor Başvekil RTE. Seçim öncesi ve sonrası istemediğimizi defalarca beyan ettiğimiz halde sandıktan çıktılar. Hergün onlarca şehit cenazesinde tonlarca gözyaşı akıyor. Azınlığa mensup bir gazeteci hunharca öldürüldükten sonra bu işi öven klipler yapılabiliyor. Terörist dedikleriniz Mecliste geyik derisi koltuklarda oturabiliyor. Ama sol yıllardır muhalefet olmaktan sıkılmıyor.Milyonlarcası bu gidişata karşıyken, biz neden bu durumdayız? biz kaç kişiyiz? Basın'ın durumu ne? Nedir tüm bunlar?

Fatmagül'ün suçu ne?


Fatmagül'ün Suçu Ne? : 1986 yapımı bir Türk Filmi. Yönetmen : Süreyya Duru, Senaryo : Vedat Türkali, Oyuncular : Hülya Avşar, Aytaç Arman

Cuma, Eylül 14, 2007

Hızlı Yaşa Genç Öl...

Kısa bir döneme damgasını vuran James Dean'in sloganıydı bu. "Hızlı Yaşa, Genç Öl." Kısacık kariyerinde hepi topu 3 tane filmi var. East of Eden(Cennetin Doğusu), Giant(Devlerin Aşkı) ve Rebel Without a Cause(Asi Gençlik)
James Dean tam bir otomobil tutkunuydu. Porsche'nin "little bastard" (küçük piç) lakaplı modelini aldığında hayatının sonuna yaklaştığını biliyor muydu acaba?
23 Eylül 1950 tarihinde bir restoranın önünde tanıştığı Alec Guiness otomobili sinsi bulduğunu ve "Bu arabaya binersen 1 haftaya cesedin çıkar" dediğinde çok ciddiye almamıştır sanırım.
Ama gerçekten de 1 hafta sonra yani 30 Eylül 1950 tarihinde Kaliforniya'daki bir yarışa katılmak üzere yola çıktığında, Paso Robles istikametinde, Ford marka bir otomobille kafa kafaya çarpıştı ve hayatını kaybetti. Saatte 57 mil ile gittiği tespit edildi. Mahkeme James Dean'i suçlu buldu.
Küçük Piç'in Laneti bununla da bitmedi :
- George Barris'in 2.500 dolara satın aldığ enkaz, tırdan düşüp görevlilerden birinin bacağının kırılmasına neden oldu. Kısa süre sonra Barris motoru ve aksamı Troy McHenry ve William Eschrid'e sattı. İki fizikçi birbiriyle yarışırken, otomobil kontrolden çıktı ve bir ağaca tosladı. McHenry olay yerinde hayatını kaybetti. Eschrid ise virajı alırken aracının devrilmesi sonucu ağır yaralandı. Küçük Piç'in parçalarını çalmaya çalışan hırsızın kolu enkazın metalinde takılarak yarıldı. Kanlı ön koltuğu sökmeye çalışan diğer hırsız da yaralandı.
- Otomobil güvenliğini konu alan bir sergide kullanılmak üzere Kaliforniya Yol Devriyesi'ne verilen aracın, konulduğu garajda yangın çıktı. Küçük Piç dışında herşey yandı.
- Sacramento Lisesi'ndeki bir başka sergide araba düştü. Bir öğrencinin kalçasının kırılmasına neden oldu. Sergiden nakledilmesi sırasında Salinas'a giderken, kamyon kontrolden çıktı ve sürücü kamyondan düştü. O esnada küçük piç'de kamyondan düşmüş ve kamyondan düşen sürücünün üzerine düşmüştü...


Kaynak : Arena Style For Men / Mayıs 2007



Çarşamba, Eylül 12, 2007

Yeni Siteler

Merhaba,

Bloga yazmadığım bu süre içerisinde, sanmayın ki boş kaldım... İşte size yaptıklarımdan birkaç örnek



Perşembe, Ağustos 23, 2007

Dost Siteye Cevaben :-D

"Eski Datça Mahallemize yani köyümüze girdiğinizde bu manzara ile karşılaşırsanız sakın şaşırmayın... Korkacak bişi yok... Onlarda sizin , bizim gibiler... Onlar EDE'liler... www.eskidatcaevleri.com"



Değerli Dostlarımız Müberra ve Yaşar, bloglarında bu resme ve yazıya yer vermişler... Biz de cevaben ele geçirdiğimiz şu resim ile cevap vermek istiyoruz... :-)








Eski Datça Mahallemize yani köyümüze girdiğinizde bu manzara ile karşılaşırsanız sakın şaşırmayın... Korkacak bişi yok... Yaşar güzellik uykusunda...
www.antikdatca.blogspot.com

Perşembe, Temmuz 26, 2007

48 R



Sonunda... Hayalleri gerçekleştirmek adına adımlar atıldı.
Kırlangıçlar malumunuz olduğu üzere göçebedirler. Tek farkımız biz kalıcıyız.
Bir yeri terkedip, bir yerde yerleşik olduk. Özlediğim hayalini kurduğum bir coğrafyanın parçası oldum.

GEMİLERİ YAKTIK A DOSTLAR...

Evet yaktık, yaktım, yaktı... Cayır cayır yandı... Artık plakamız otuzdört değil kırksekiz. Ama sadece kırksekiz de değil yanında kocaman bir R var.

48 R

Datça. Artık buralıyız. Hani yıllarca bu blogta yaza yaza bitiremediğim Datça'da....

En kısa sürede yeni yazılarla tekrar beraberiz. Merakınız olmasın (çok meraktaydınız biliyorum) :-D

Selametle